etrak ı bi idrak türk

Buna göre, Osmanlı vekayinamelerine yansıyan “kaba Türk”, “cahil Türk” “Etrâk-ı bi-idrak” gibi vasıflandırmaların yanı sıra, Türklerden, Yörük ve Türkmenlerin yerleşik uygarlığın geri kalmış unsurları olarak telakki edildiğini ve sözü edilen sıfatların “göçebe ve yarı göçebe hayat tarzından idraksizlik" (Etrak'ı bi'idrak) kavramı ve sıfatı ile nitelendirilen Türkler ve Türklük, yokolmak tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Toplumun bütün kuramlarına ve kurallarına egemen olmaya başlayan dinsel anlayış ve hu­ rafeler, milliyetçilik ruhunu da geri planda bırakmıştır. Egemenliği ilahi Osmanlı ordusu kökeni farklı askerlerden oluşuyordu ama Avrupalılar esir aldıklarına ‘Türk esirler’ diyordu. Osmanlı da bile ülkenin kurucu çekirdek ulusuna ‘Etrak-ı Bi-idrak’ (akılsız Türk) denilirken, Avrupalılar için hepimiz birer ‘Türk’tük. *** Tarih boyunca da bizi geldiğimiz yere göndermeyi amaçladırlar. Bu konuda kim ne zaman ne demiş bakalım: Osmanlıda bir dönem Türk, Etrak-ı bi- idrak’tır (akılsız izansız,aptal). Meclis-i Mebusan’ın anlı şanlı mebusu, Damat Ferit Hükümeti’nin akıl hocası, Şeyhülislam Mustafa Sabri bakınız ne diyor: "Attım üstümden en elim yükü, Tövbe Yarabbi, Tövbe TÜRKLÜĞÜME. Kitabü’l-İdrak li-Lisani’l-Etrak; Kitab-ı Mecmu-ı Tercüman-ı Türkî ve Acemî ve Mugalî Kitab Gülistan bi’t-Türk Sadi’nin 1258 yılında Site De Rencontres Sérieuses Totalement Gratuit. Rıza Zelyut, Etrak-ı bi idrak… İlber Hoca’nın bilemediği Etrak-i bî-idrak’ sorusunun cevabını izniyle ben vereyim Pazar gecesi Haber Türk’te Fatih Altaylı, İlber Ortaylı ve Celal Şengör ile sohbet ederken Ortaylı’ya şunu sordu “Bu Etrak-i bî-idrak’ sözünü ilk kim kullandı?” Sayın Ortaylı, “Kimin kullandığını bilmiyorum ama bunu etnik anlamda değerlendirmemek gerek” diye kaçamak bir cevap verdi. Prof. Ortaylı’nın bunu bilmemesi bana olanaksız gibi geliyor. İzniyle açıklayalım Türkleri akılsız gösteren bu suçlamayı, bildiğim kadarıyla, 16. Yüzyıl’ın sonunda ilk kullanan kişi, tarihçi Hoca Sadettin Efendi’dir… Şu beyt onundur “Başına tac aldı çıkdı ol pelid İtdi bî-idrak Etrak’i mürid.” O pis adam başına taç takarak ortaya çıktı ve kendisine de akılsız Türkleri mürit yaptı. Burada, saldırdığı kişi, 15 yaşında bir devlet kuran Türk hakanı Şah İsmail… Onun çevresine toplanan Türkleri, aptal/akılsız gösteren de Osmanlı saray tarihçisi… Ondan çeyrek yüzyıl kadar sonra ölen Bursalı Haşimî, bu ünlü “Etrak-i bî-idrak” sözünü açıkça şu dizesinde kullanmıştır “Görmedüm Etrâk-i bî-idrâke benzer çiftbozan” Bizim, Seçkinler Kitabı Kitab-ı Ekâbir adlı çalışmamızda başka örnekler de var. Osmanlı yönetimindeki Türk düşmanlarının içindeki en şiddetlisi, Divan-ı Hümayun Katibi Kadimî’dir… “Baban bile olsa Türk’ü katlet!” diyebilen bu dönmenin o ünlü şiirini yarın yayımlayacağız. NEFÎ MELUNU Osmanlı devlet adamları, devşirmelerden oluşan bir tabaka idi. Ve Türklerin saltanattan hak iddia etmesini önlemek için onları düşman konumuna indirmişlerdi. Devletin kuruluş döneminde tek vergi alınırken 16. Yüzyıl başlarında 3 vergiye kadar çıkan sömürü düzenine Türk halkının direnmesi, Türk’ün düşman gibi gösterilmesini gündeme getirmişti. Saray yazarları ve şairleri bu işte baş görevlilerdi. Bunlar psikolojik harp elemanları gibi çalışıyor; Türk’ü kötülüyor ve onların ezilmesi için ortam yaratıyorlardı. Bunlardan birisi de Şair Nefî idi. Bu zat, Siham-ı Kaza adlı taşlama kitabında Türklere demediğini bırakmamaktadır. İşte bu saray beslemesi, küstah ve şımarık adamın Türkler için kullandığı terimlerden bazıları “mülhidan-ı har” eşeğin dinsizi/dinsiz eşekler, “Türk-i müzevvir” Bozguncu Türk, “eşek Türk”, “Türk-i dûn”, Aşağılık Türk, “Türk’e Hak, çeşme-i idraki haram etmişdir”, Allah, Türk’e akıl çeşmesini yasak kılmıştır., “Türk-i denî- hilkat” Alçak yaradılışlı Türk, “Ne Türk idrâki yok izânı yok bir kaltâbân har/Yenür sanır alef gibi anılsa nâm-ı haysiyyet” Bu Türk’ün aklı, anlayışı yok; namussuz bir eşektir/ Onurun adı anılsa onu saman gibi yenilen bir şey sanır. Bunlarla yetinmeyen Osmanlı şairi, devam ediyor ve diyor ki “Bu Türk’ün başka bir millette ne cinsi ne benzeri var/Ancak gulyabani bunlarla aynı milletten olabilir.” ENDERUN’A TÜRKLER ALINMAMIŞTI Hemen belirtelim ki bu sövgüler bir sapkın Türk düşmanının özel görüşü değildir; bunlar, Osmanlı devlet politikasının şiire propaganda metinlerine yansımış halidir. Osmanlı devlet politikasının Türk düşmanlığı üzerinde yürüdüğünü gösteren en önemli olgulardan birisi de Enderun denilen okulun durumudur. Ülkeyi yönetecek devlet adamları burada yetiştirilirdi. Topkapı Sarayı’nda ve Galatasaray’daki bu okullara asla Türk çocukları alınmadı. Hıristiyan kökenli çocukların getirilip eğitildiği bu okullardaki özel hayatın rezalete varan boyutunu, OSMANLIDA OĞLANCILIK adlı kitabımızda gösterdik. Sistemden Türkler dışlanmışken Sayın Ortaylı, Osmanlı devlet yönetiminde büyük ölçüde Türklerin yer aldığını söylüyor. Tarihsel temeli olmayan bu iddi; tamamen hilafetçi Yeni Osmanlıcı AKP iktidarının propaganda görüşüdür. TÜRK OLMAK CEZA SEBEBİ… Osmanlı sarayında Türk düşmanlığı o kadar ileri gitmiştir ki bir şairin veya âlimin Türk olması, onun dışlanması için yeterli yılında ölen Mesihî, Osmanlı sisteminde Türk’e yer verilmediğini acıyla dile getirirken diyor ki “Mesihî gökten insen sana yer yok Yürü var gel Arab’dan ya Acem’den” Bu konunun daha açık örneği Şair Lealî’nin başına gelenlerde gözleniyor. Tokatlı Türklerden olan Lealî Farsça öğrendikten sonra İstanbul’a gelir; kendisinin Acem şairi olduğunu söyler. Padişah Fatih Sultan Mehmet ona eski bir kiliseyi geçimlik olarak verir. Ama rakipleri onun Türk olduğunu söyleyince kilise elinden alınır ve sürülür. O da yazar ki “Olmak istersen itibare mahal Ya Arab’dan ya Acem’den gel.” Prof. Ortaylı, bizim ulaştığımız bu belgelerden habersiz olabilir mi? idrakten yoksun türkler yani anlayışsız türkler manasına bazı şairler türkleri kötülemek için kullanmışlardır. bazı tarihçilerinde türklere yada reaya ya böyle hitap ettiği olmuştur... idrakten yoksun türkler yani anlayışsız türkler manasına bazı şairler türkleri kötülemek için kullanmışlardır. bazı tarihçilerinde türklere yada reaya ya böyle hitap ettiği olmuştur... etrak türk kelimesinin arapça gramerine uygun olarak çoğul kullanımıdır. fikir tekil. efkar çoğul. çok zor değildir arapça bi idrak. idrakten nasipsiz. yani algılama güçlüğü çeken. osmanlı hanedanının klasik söylemi. bkz aşık naima tarihi. dimitri kantemir osmanlı tarihi. halil inalcık. hatta arnold toynbee. kimileri derler ki türkler için kullanılan bir söylem değildir. saraydan olmayan vasıfsız, düşük kalifikasyon tebaa için söylenir. bildiğin halk yani türke değil, halka yakışıtırılmış bu tamlama. vay amına koyayım sayın seyirciler. nasıl bir model devlet erkanıysa artık türklerden müteşekkil olduğu varsayılan bir halka istihza ediyorsun ama türklüğe zeval getirmeden. onu geçtim de sınıfsal galiba her şey. yavuzun bunlara güvenilmez deyu kestiği 50 bin türkmenin dosyası her tarih enstitüsünün dolabında sayfa sayfa belgeli durup dururken; büyük türk büyüklerinin arasında küpeli temsili resmiyle boy gösteren bu tarihsel şahsiyetin sevenlerinin, küpe takan zevata sille tokat dalma isteğinde ne büyük paradokslar gizlidir. edit osmanlı'nın klasik söylemi etrak-ı biidrak tamlamasının aslında türkleri hedef almadığı, sadece ama sadece halkı hedef aldığına ilişkin önceki giri silinince biraz havada kalan bir tanım olmuş. şimdi fark ettim. fark ettiğim diğer bir noktada bir kısım zihniyetin karşısındaki iddianın haklılığı karşısında söyleyecek sözü olmayınca ne kadar hızlı giri silebildikleri. kelimenin anlamını uzun uzun deşmeye gerek yoktur, bkz naima her ne kadar eğitimsiz göçebe türklerden böyle bahsetse de günümüz de eğitimlisinin de böyle olduğunu görebiliriz tabi bkz istisnalar kaideyi bozmaz. bu gün şunu anladım ki bu idraksizler topluluğunu anlamakta ben de "biidrak"ım. bu demek oluyor ki bu yapısal bi sıkıntı bu topraklarda yaşayanlar doğal olarak idraksız oluyor yapacak bir şey yok. ama böylesi tiplerin karşısında bkz what s your problem man diyen bir zenci olmayı çok isterdim ama bunun için de yapacak bir şey yok, ben de bkz raad olun bkz uleyn'den başka bir şey diyemeyeceğim. osmanlı saray eşrafının türklere bakışını yansıtan yaygın deyiştir. idrak yoksunu türkler manasına gelir. bence de osmanlıca eğitimi zorunlu olsun. yavşak tayfanın ecdadını daha iyi tanıyalım. osmanlıca ile türkçe arasındaki farkı anlayabilmemiz için biçilmiş kaftan olan söz öbeğidir. kendisine ait bir fikri olmayan, kendi konuştuğu dilin bağlamından habersiz yaratıkların sürekli olarak osmanlıca denen eklektik dilimsinin propagandasını yapmaları ilginçtir. biz "etrak-ı bi idrak" sözünü niye duraksamadan anlayamayız? burada anlatıldığı gibi "anlayışsız türkler" olduğumuz için mi? bir gecede cahil bırakıldığımız için mi? hayır gençler, türkçe olmadığı için... etrak arapça türkler bi arapça ve farsça'da "sız" anlamındaki ön ektir. idrak'ı zaten biliyoruz... bu söz öbeğindeki sorun kullanılan kelimelerin türkçe kökenli olmaması değildir. yapının tamamıyla türkçe dışında kurulmuş olmasıdır. yapı türkçe olmadığı için durur ve çeviri yapma ihtiyacı hissederiz. türkçe sondan eklemeli bir dildir. etrak demeyiz, türkler deriz. bi idrak demeyiz, anlayışsız deriz. "türkler-i anlayışsız" demeyiz "anlayışsız türkler" deriz. kulağa daha hoş gelsin istiyorsak "idrak yoksunu türkler" deriz. buradaki yapı tamamen türkçedir. arapça kökenli kelimeler kullanmak sorun değildir. zira dil yapıdır... bkz 13617285 bu arada osmanlı sarayının türklere bakışı da budur. "idrak yoksunu türkler..." ziya paşa, büyüktür, mustafa kemal paşa osmanlı'nın kendisi sanki çok matah bir haltmış gibi türklere taktığı lakap. esasen "türkçü" ittihat terakki elitinin hissiyatı da budur. yalnız türkçülükle beraber "türklere askerlikten başka bir bok yaptırmadınız ki gelişsinler" hissiyatı doğmuştur. bunun en uç noktası da atatürk'tedir. bir solcu olarak söylüyorum, yalçın küçük'ün enver'i öven zırvalıklarını ve "kemalizm hamidizmdir" belirlemelerini geçiniz. bir solcu olarak ittihat terakki'ye baktığında en halkçı unsurun mustafa kemal olduğunu ve bu yüzden cemiyetin merkeziyle çatıştığını görürsünüz. enver'e atfedilen devrimcilik bab-ı ali baskını ve turan macerasında gördüğümüz maksimalizm. ama bu maksimalizmin toplumsal herhangi bir taleple birleştiğini söylemek imkansız. ancak atatürk'ün asıl derdi toplumu değiştirmek oldu. herhangi bir toplumsal ve sanayi altyapısı olmayan maceralarla osmanlı'yı ihya etmek değil... atatürk'ün türkçülüğü hafiften halkçılığa da kapı aralayan bir türkçülüktü. enver, talat ve cemal hep aynı imkanlar türklere de tanınsa ticaret ve bilimde ileri gideceklerini iddia ettiler. ancak buna pek inanmamış olacaklar ki hiçbir zaman atatürk gibi en aşağıdan başlayan ve sabır gerektiren modernleşme hamlelerine girişmediler. aksine politik üstyapıdaki fetihlerle sorunu çözmeye çalıştılar. ancak atatürk işi altyapıdan çözmeye çalıştı. bunda diğer ittihatçıların aksine gariban olmasının da payı vardır. adam hem yüksek politikada kurulan hayallerin halk tabanında hiçbir karşılığı olmadığını görüyordu hem de "ben bu halkın içinden çıktım ben yaptıysam halk da yapar" diyordu. işin aslı balkanların genelinde ama bilhassa makedonya'da ulusal sorun türk toprak ağasıyla hristiyan köylünün arasındaki çelişkidir aslında... ittihat terakki kafa kadrosunun neredeyse atatürk harici hepsi balkanlardaki toprak ağalarının çocuklarıdır. bu adamlar türkçü olsa bile halkçı olamaz bu yüzden... gene atatürk ve bu ağa çocuğu askerlerle ciddi bir fark... ittihatçıların çoğu eski zaman aristokratları gibi ölçülü ve mazbuttur, oldukça dindardır. avam zevkleri çok azdır. atatürk ateisttir ve hiç de mazbut bir yaşamı yoktur. nitekim mason locasından da çok gezmesi, çok içmesi ve karı kız olaylarından dolayı atılır zaten... neyse efendim atatürk etrak-ı bi idrak demedi, "türk milleti zekidir çalışkandır" dedi sıvadı kolları... ama ne hayalindeki sanayi havzalarını kurabildi ne de tarımda hedeflediği noktaya gelebildi. son yıllarını biraz hayalkırıklığı ve mutsuzlukla geçirdiği biliniyor. "galiba o kadar da süper değilmiş" diye öldü herhalde... neyse sonraki hikayelere girmiyorum ama özet olarak şu, cumhuriyet aslında yıllarca askerlikten başını kaldıramayan türkün "bana da uygarlık fırsatı verin muasır medeniyeti aşmazsam şerefsizim" meydan okumasaydı. 100 senenin sonunda kuşbakışı sonuç hayalkırıklığı... bakın kendimizi öyle 400 yıldır dünyayı sömüren anglosakson ve fransız ülkeleriyle karşılaştırmayalım. alman ve japon mucizelerini de es geçelim... kendi ligimizdeki akdeniz ülkeleriyle kıyaslayalım. bence italya gayet uygun bir örnek. çünkü ülkenin yapısı bize çok benziyor. hatta anadolu'yu doğu-batı değil kuzeygüney ekseninde yerleştirirseniz alın size çizme... ülkenin dağlık yapısı, bölgeler arası eşitsizlik, gerikalmışlık, tarıma dayalı ekonomi her şey birebir türkiye'nin aynısı... ama gene de sanayileşme açısından kıyasladığımızda türkiye hammadde açısından açık ara üstündür italya'dan. bir kere petrol hariç her türlü maden ve enerji kaynağı vardır türkiye'de. italya'da bu kadar çok çeşitli maden yoktur. bizde olmayan sadece sicilya'dan çıkan petrol söylenebilir. hani o da ahım şahım bir petrol yatağı değildir. bizde trakya'da çıkan doğalgazın az fazlasıdır. tarımsal hammadde konsuundaysa türkiye açık ara üstündür. gerek sanayi tarımında gerek gıda tarımında... italya'nın bütün tarihi kıtlıklarla geçmiştir. ülkenin tamamına yete3cek ekmeği üretemediği günler olmuştur italya'nın. ama türkiye'nin tarihinin hiçbir zamanında böyle bir sıkıntısı olmadı. türkiye hiçbir şey ihraç edemese tarım ürünü ihraç ederdi. hem kendi halkını doyurur, bir de üstüne ihraç ederdi... şimdi o italya işleyecek hammaddesi türkiye kadar olmamasına rağmen, bütün bu süre zarfında buğday kıtlıklarından kırılmasına rağmen sanayisini kurabildi. hatta devlerden sonra dünyanın en sanayileşmiş ülkelerinden birisi oldu. ama türkiye gerek maden gerek endüstri bitkisi bakımından o kadar zengin olmasına rağmen bunu beceremedi. bugün tarımda bile ithal eder durumdayız, öyle olunca döviz durmadan fırlıyor. demek ki yok abi, beceremiyoruz. yani sorun çok net vizyon ve çalışkanlıkta... şöyle düşünün tekstilin can damarı bütün bitkiler bizde yetişiyor. italya'nın çukurova gibi bir pamuk havzası yok mesela... ama milano modası onlarda. çünkü pamuklu giysi üretemese de de o kumaşa şekil vermede, tasarım yapmada bir ekol olmuş adamlar. bu da zeka ve emek işi... biz yapamamışız. valla şu an türkiye bu ekonomik krizden nasıl kurtulur diye hesap yaptığımda tek bir çözüm yolu bulabildim. amerika'ya diyeceğiz ki biz denedik, 100 senede devlet yönetmeyi beceremedik abi. 100 senedir o kadar uğraşmamıza rağmen hala yaptığımız en iyi şey askerlik, başka bir beceri geliştiremedik. size bağlanalım, eyaletiniz gibi yönetin bizi abi. bunun karşılığında da dünyanın her yerinde askerliğinizi biz yapacağız, çıtkırıldım amerikan çocuğunun burnu bile kanamayacak. hiçvbir amerikan başkanının oyu bu yüzden düşmeyecek. nasıl teklif? osmanlı kültür ve belge dilinde etrak, türkmen, türk, gibi tabirler, göcebeliği ifade eden sosyolojik kavramlardı. yine aynı gruplar icin kullanılan kızılbaş, alevi gibi kavramlar ise bir kez daha sosyolojik olmakla birlikte politik-dini yapıları ifade etmek kullanılan tabirlerdi. özellikle osmanlı belge dili, kavram bakımından zengin olsa da, kimi belge ceşitlerinde bu kavramların farklı anlamları icerdiği veyahut birbirinin yerine kullanıldığı da görülebilir. nitekim osmanlı tarihcileri belgelerdeki bazı kavramların muhtevası bakımından hala görüş ayrılıkları icindedirler. söz konusu etrak yani türkmen kitleleri yerleşik hayata gecememiş cok kalabalık gruplardan oluşmaktaydı. dini mezhepleri de buna uygun olarak alevilik-şiilik arasındaydı. bu yüzden de türkmen grupları hem şehirli olmadıkları, hem mezhebi farklılıklarından dolayı devlet tarafından alt sınıf olarak addedildiler. bunu gerek osmanlı belge dilinde rastlanılan tabirlerde, gerek yaklaşımlarda ve hatta kroniklerde bile görmek mümkündür. söz konusu ayrımın temel sebepleri osmanlı devletinin ileri boyutlarda elitist olmasında ve son derece ice kapalı bir yüksek kültüre sahip olmasında aranmalıdır. her ne kadar doksan senedir milliyetci muhafazakar veya muhafazakar milliyetci tarihcilerimiz ustalıkla osmanlı imparatorluğunu eşitlikci ve hoşgörülü bir politik yapı olarak gösterseler de, bu günümüz politik anlatılarına su taşımak icin inşa edilmiş bir propaganda anlatısından başka bir şey değildir. osmanlı yüksek kültürü o derece icine kapanıktır ki toplumun en ileri gelen devlet adamı, şair, sanatkar ve saray erkanının kendi zevkine göre oluşturduğu ve kullandığı bir dil ve edebiyatı divan edebiyatı mevcuttur. bu dil ve edebiyat, toplumun alt ve orta sınıflarının anlayabileceği bir yapıda değildir. aynı cevrenin bir de yine kendine göre bir eğlence ve sosyalleşme anlayışı hasbahce kültürü mevcuttur. arap ve iran kültürünün yüksek unsurlarının alınmasıyla oluşturulan bu yüksek imparatorluk kültürü, fatih sonrasındaki kurumsallaşma ile devlet yönetiminde de kendini gösterir. mülki idarede hanedan damatları, vezirzadeler, paşazadeler, cavuşzadeler ve daha bir cok zade ortaya cıkar. askeri sınıfta da benzer manzaralar görünür. sipahizadeler, yenicerizadeler, timarzadeler gibi kavramlar türerler. artık elitizm saray ve divan cevresinden alt sınıf askeri ve mülki sınıf mensuplarına kadar inmiştir. on yedinci asırda devlet ve askeriyenin yapısında oluşan derin catlaklar, yönetici sınıfını korkutur ve sorunları tespite yöneltir. böylece devlet katında ceşitli görevler almış önde gelen kimselerden koci bey, kitab-ı müstetâb yazarı gibi reform risaleleri talep edilir. bu reform risalelerinde bile gerek risale sahiplerinin ait oldukları cevre ve bu cevrenin iltimaslarını koruma peşinde olduklarını görebiliriz. bir örnek vermek gerekirse, zade olmayanların devlet görevi alması aldıkları terbiye ve kültür itibariyle sakıncalı görülmüştür. kitab-ı müstetab isimli risalede ise acıkca toplum birkac tabakaya bölünmüş ve tabakalar arası gecişin zararlı olabileceğinin üstünde durulmuştur. sınıflar arası ayrımı, kültürel ve politik düzeyde bu derece keskin olan bir toplum yapısında, etrak-ı bi-idrak gibi bir kavramın olması ve bu bahsettiğim yüksek kültüre mensup olanların bu grupları aşağılaması gayet doğaldır. cünkü devlet ve yüksek kültür elitizm esaslı olarak işlediğinden, sadece türkmenler de değil, bu ayrıcalıklı grubun dışındaki herkes dışarıda bırakılmıştır. “Osmanlı Padişahları Türk’e sövmüşler!” Suçlaması, gerçeğinde bir iftira buzdağının görünen kısmı mıdır? Halkı “Velinimet” 1 gören bir Hanedan böyle bir gaf yapar mı? İftiranın, Alevilerin Yavuz Sultan Selim’le olan hesaplaşmayla bir ilgisi olabilir mi? … Bir devletin uygulamalarını, ilgili dönemin şartlarını dikkate almadan aradan geçen yaklaşık 500 yıl sonrası ve günümüzün değerleri ile üstelikte kasıtla ve bir amaca yönelik baktığınızda ortaya çok farklı bir tablo çıkmaktadır. İddiaları doğru değerlendirmek adına; daha sonra yaşanmış benzer olayları da örnekleyerek ve bir devletin gerektiğinde halkına farklı bir bakış açısı ile yaklaşabileceği gerçeği ile açıklanmaya çalışılacaktır. … Yakın tarihimizde yaşanmış bir “Senirkent Faciası, 26 Kasım 1946…” Kapıdağı’nın üstüne doluşan yağmur yüklü siyah bulutlar o gün Senirkent insanının yüreğini ağzına getirmişti. Esnaf, dükkânlarından dışarı çıkıp, tedirginlikle seyrediyordu gökyüzünü… Kadınlar dam üstünde bekleşir olmuşlardı neticeyi. Hiç hayra alamet değildi, böylesine aniden çöken kara bulutlar… Yukarılarda düşen üç beş damla rahmet, dağın çıplak bedeninden hiç oyalanmadan, aşağılara önü alınmaz sel olarak inerdi hep… Önce gökyüzü patlar, sonra Kapıdağı, bulutlardan aldığı suyu, içine çamurunu ekleyip Senirkent ahalisine, rahmeti, bir öldürücü felaket olarak sunardı, olanca gürültüsüyle! Ama o gün korkulan haber dağdan inmedi. Hükümet konağından çarşıya doğru tırmanan cadde üstünde, söylenerek koşuşan insanların gürültüsü, dağın tepesine noktalanmış kuşku dolu bakışları aşağı çekti. Kaymakamlık odacısı, Erkan’ların Hacı Hamza’nın kafasına yular bağlamış, onu cadde ortasından çarşı içine doğru çekerek götürüyordu. Hacı’nın sırtına tahribat kâtibi binmişti, elindeki kızılcık sopasıyla; “Deh hadi, deh!” diyerek, bacaklarına olabildiğince şiddetlice vuruyordu… Daha elli metre gitmeden yere çöktü Hacı. Odacı, Hamza’nın kafasına takılı yuları, hala koparırcasına çekiştiriyordu. Tahribat kâtibi, yere yığılan adamın üstüne daha rahat oturup elindeki kızılcık sopasıyla vurmaya devam etti; -Deh, hadi deh! İlçenin tüm memurları, jandarma korumasında, bu senaryodaki görevlerini, caddenin iki yanına sıralanıp; “Deh, hadi, deh!” naralarıyla eksiksiz yerine getirirken Senirkent halkı akla hayale gelmeyecek bir olayı görmenin şokunu yaşıyordu… 1946 Genel Seçimlerinde tüm ilçe halkı fukaralığı biteceğini, karnının doyacağı ümidiyle oylarını Demokrat Partiye vermişlerdi. Bu davranış resmi görevlilerce hiç hoş karşılanmadı. “Devletin Partisi, CHP’ye ye oy vermeyip, Komünist ! Demokratlara taraftar olmak, düpedüz eşekliktir. Bu yaratıklara EŞEKÇE muamele etmek gerekir.” diye kararlar alındı gizlice. İlk uygulama Erkan’ların Hamza’da başladı. 2 … Halk aşıklarının Osmanlıya serzenişte bulundukları vergi konusuna da bir örnek; “Varlık vergisi 1942 Yılı ve bu yasanın görünen ve görünmeyen gerekçesi; “Varlık Vergisi kanununun resmi gerekçesi, hükümet tarafından “olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek” olarak dile getirilmiştir. Oysa basına kapalı olarak yapılan CHP grup toplantısında başbakan Şükrü Saracoğlu’nun vurguladığı gerekçeler farklıdır; -“Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”3 – “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.4 … Yavuz Sultan Selim döneminde Alevilerle ilgili yaşananlar, Dersim olayı ile izah edilebilir mi? Dersim vb yerlerde yaşananlar kamuoyu tarafından çok iyi bilindiği için burada tekrar yazmıyoruz. … Son örnek olarak, Halk aşıklarının Osmanlıya vergi konusunda serzenişlerine benzer bir destan verildikten sonra Osmanlıya yapılan iftiraların cevaplarına geçilecektir. … ŞİKAYETNAME Konyalı bir âşık tarafından 1930’da yazılan aşağıdaki manzume, Kurulduğu günlerde Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Partisinin başkanı Fethi Bey’e, köylülerin durumlarından yakınmalarını ve beklentilerini yansıtmaktadır. Şikâyetnamemi yazdım huzura Bizim halimizi bilsin Fethi Bey Dokunmasın bir şey kalbe fütura Bizim halimizi bilsin Fethi Bey … Yaşasın Fethi Bey kurdu bir Fırka İyi namı gitti şark ile garba Ne altta sergi var ne dalda hırka Perişan halimi bilsin Fethi Bey … Tevazu kalmadı, düzen bozuldu İcar nisbetinde evler yazıldı Fakir fikaranın bağrı ezildi Pek yaman haldeyim bilsin Fethi Bey … Rençber idi insanların yararı Dört seneden beri etti zararı Her tahsildarda var haciz kararı Canımız yanıyor bilsin Fethi Bey … Sabahtan tahsildar dizilir bir saf Ne tüccar kalmıştır ve ne de esnaf Her gelen tahsildar etmiyor insaf Malımız hacizde bilsin Fethi Bey … Hep zengin ağalar çıktılar hiçe Tahsildar kıvrar hem gündüz gece Yol parası aldı altımdan keçe Böyle bir haldeyim bilsin Fethi Bey … Eska’yı açtılar yeni Daire Bu da derdimize olmadı çare Bir dönüm ekine üç lira pare Onu da bulamam bilsin Fethi Bey … Düşünceler arttı derdime daldım Ziraat Bankasından yüz lira aldım Bunu veremeyip mükedder kaldım Kederli olduğum bilsin Fethi Bey … Esnafın yarısı dükkândan kalktı Buğdaycı tiftikçi büsbütün battı Koyun tüccarları bütün top attı Bundan da haberin olsun Fethi Bey … Maaş alanlarda fantezi çoktur Parayı kazanan avukat doktor Fukara rençbere hiç bakan yoktur Bunların halini sorsun Fethi Bey … Okuyup mektubum ele alaydı Fethi Bey derdime çare bulaydı Olursa bir imdat senden olaydı Ne yapsın dünyaya gayrı Fethi Bey … Fethi Bey de sözlerime bakaydı Gazyağı da ucuzlayup akaydı Şeker kibrit inhisarı kalkaydı Millet size duacıdır Fethi Bey … Çalıştım çiftime yapmadım hile Yüz elli dönümden çıktı on kile Benim tohumluğa yetmiyor bile Bankaya ne verem yetiş Fethi Bey … Aşık Mehmet senin sözlerin hakdır Kimse kıymetini etmiyor takdir Vergiye verecek on param yoktur Ne satıp vereyim bilmem Fethi Bey Destan’ın alıntı kaynağı;Kemal Zeki Gençosman, Türk Destanları, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1972. S. 482-83. ** Osmanlı Devleti bu kadar yoğun iftiraya neden muhatap olmaktadır? Günümüzde en uzun ömürlü İslâm Devleti olan Osmanlı devletini hedefine alan üç grup vardır; Birinci kol, İslâm’a düşmanlıklarını açıktan ortaya koyamayan ve bunu Osmanlı düşmanlığı adı altında yürüten din ve tarih düşmanları; İkinci kol, yabancı bir devletin fikir propagandalarına kanan ve tarihimizi tam bilmeyen bazı saf Müslümanlardır. Üçüncü kol ise, Osmanlı Devleti’nin bütün Müslümanları kucaklayan ümmet ve Osmanlı Milleti anlayışına karşı çıkan ve yanlış olarak Osmanlı Devleti’ni Türk düşmanı gibi göstermeye çalışan belli bir ekiptir… Osmanlı Devleti, büyük bir devlettir… Büyük işlerde sadece kusurları gören cerbeze * ile hareket edenler, hem aldanır ve hem de aldatırlar. Cerbezenin şanı, bir kötülüğü sümbüllendirerek bütün güzelliklere galip getirmektir. İşte eğer cerbeze ile 600 yıllık zamanda 20 milyon km2’lik mekânda Osmanlı Tarihi içinde dağınık halde meydana gelen bütün kötülükleri toplar ve o siyah perde ile Osmanlıya bakarsanız, o zaman kapkaranlık bir tarihle karşılaşırsınız… …İşte biz, girdiğimiz Osmanlı tarih bahçesinde sadece kirli ve murdar şeylere değil; açmış çiçeklere ve kokan güllere de bakacağız… …Makam için fetvâ veren Turşucu-zâdelerin yanında Kanuni’ye karşı çekinmeden Padişah emriyle nâ-meşrû’ olan nesne meşrû’ olmaz’ diyerek haykıran Ebüssuud’dan; Torlak Kemal ve Mithat Paşaların yanında Molla Fenari’den ve Ahmed Cevdet Paşa’dan; devleti perişan eden Tal’at-Enver-Cemal üçlüsünün yanında Pîrî Mehmed Paşa ve Köprülü Mehmed Paşa’dan; körü körüne ilmî gelişmelere karşı gelen Kâdîzâde’lerin yanında Lagari Hasan Çelebi ve İsmail Gelenbevî’den de bahsedeceğiz. …Tarihe bakış açımız, 600 yıllık Osmanlı tarihinin iyiliklerini de kötülüklerini de görebilecek bir gözlükle olacaktır. Yoksa kötülük bulunmayan hiç bir tarih devri mevcut değildir. İyilik tarafı bulunmayan tarih devri de yoktur. Tarihe böyle bakanlar, kendileri yanıldıkları gibi, başkalarını da yanıltırlar… Osmanlı Devletini teşkil eden fertler masûm ve günahsız değillerdir. İçlerinde I. Murad, II. Murad, Fâtih, Yavuz ve II. Abdülhamid gibi “veliyyullah“ mertebesinde fertler bulunduğu gibi, içki ve benzeri günahları irtikâb eden şahıslar da bulunabilir. Osmanlı Tarihi boyunca nazarî plânda İslâm’ın bütün düsturlarının kabul edilerek tatbik edildiği bir vâkı’adır. Ancak tatbikatta bu esaslara muhâlefet edenlerin bulunduğu da bir vâkı’adır. Her ikisini de inkâr etmek mümkün değildir. Her şeyde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin iyilikleri de vardır, hataları da vardır. Ancak 600 sene boyunca hasenâtının seyyiâtına ağır bastığı içindir ki, kader-i İlâhi bu uzun süre içinde İslâm’ın bayraktarlığı ünvanını onlara ihsân etmiştir. …Elbette ki tarihe tenkit gözüyle de bakacağız. Ancak insanı tenkide sevk eden sebep ya tenkit ettiği şeye duyduğu nefret hissinin tatminidir; düşmanın ayıbını görerek tenkit etmek gibi...” 5 … Osmanlı, “Velinimetim” dediği Halkına Sövdü mü? “Kanunnâmelerde veya bazı tarih kitaplarında yer alan “Etrâk-ı bî idrâk = İdrâksiz Türkler” tabirleri nasıl açıklanabilir? Önemle ifade edelim ki, yabancı tarihçiler Türk kelimesini Müslüman tabiri ile eş anlamlı olarak kullanmışlardır. Osmanlılardan bahsederken Türkler dedikleri gibi, Fâtih’den veya Osmanlı Padişahlarından bahsederken de Büyük Türk tabirini kullanmaktadırlar. Zamanla Türk ve Müslüman kelimeleri Müslüman dünyada da eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim şu anda Arnavutluk gibi Balkan Müslümanları, -“Hangi dindensin?” sorusuna, -“Elhamdülillah Türk’üm” cevabını vermektedirler. Pakistan’daki sözlüklerde de, Türk kelimesi açıklanırken, -“Mahbûb ve Müslim” kelimeleriyle açıklanmaktadır. Bu kısa izahdan sonra Osmanlı kaynaklarındaki ve Kanunnâmelerindeki izahlara geçebiliriz. Evvela, özellikle hakkında en çok dedikodu edilen Fâtih devri Kanunnâmelerinde, Türk tabiri, tamamen Müslüman kelimesine eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Mesela, Fâtih’in Ceza Kanunnâmesinde, “15. Eğer biregû hamr içse, Türk veya şehirlü olsa, kadı tazir ura. iki ağaca bir akçe cürm alına”. Yani, bir kişi içki içse, Müslüman Türk Müslüman manasına kullanılmaktadır ve şehirlü olsa, hadd-i şirb olarak vurulacak olan 80 sopanın yanında para cezası alınması emr olunmaktadır veya sopa cezası uygulanmadığı takdirde para cezası uygulanacaktır. Bir diğer misâl, Yeniçeri Kanunnâmesinde bulunmaktadır 37. Maddede Türk evlâdının acemi oğlanları arasına ve dolayısıyla yeniçeri teşkilâtına alınmasına karşı çıkılırken, buradaki Türk’den kasdın Müslüman olduğunu biliyoruz. Zira başlangıçta, Müslüman gençler bu teşkilâta alınmamaktadırlar. Nitekim 38. Maddede “…kâfir evlâdın cem’ eylemekte fâide odur kim…” diye izah getirilmektedir. Burada şunu da belirtmekte fayda vardır ki, kapı kulu ocaklarına Müslümanların alınması baştan beri yasaktır. Gerçekten bu mevcut askere alınma sistemi kural çiğnenmeye başlanınca, sistem bozulmuş ve bazan paşaların çocukları dahi torpille kapı kulu ocaklarına alınır olmuştur.” “…İşte bu konuyu dile getiren Koçi Bey, ** Türk’ü Müslüman anlamında kullanarak ve hür insanların bu teşkilâta alınmalarını tenkit ederek şöyle demektedir -“80. Kânûn ve zabt ve edeb ahvâllerinden evvelâ iç oğlanları kadîmü’l-eyyâmdan devşirme veyâhûd sahîh kul cinsi pîşkeş ola-gelmişdir. Şimdiki hâl ise ekseri İstanbul’un şehir oğlanları ve Türk ve dahi Kürd ve Ermeni ve Arab ve Çingâne ve Yehûd oğlanları olub on oğlandan bir sahîhce devşirme veyâhûd kul cinsi yokdur. Bu takdîrce ol makûle oğlanlar taşraya çıkub Kul tâ’ifesine zâbit olub ağa oldukda veyâhûd bir memlekete vâlî olduklarında ahvâlleri malûm ve ehl-i basîret katında hafî değildir. Nümûneleri dahi görülmüş ve görülür. İmdi eğer bu makûle eşhâs-ı muhtelife Saray’a kullanmak câ’iz olsa idi, selefde olan sâhib-i ukalâ-i devlet devşirme ve kul cinsini kânûn etmezlerdi. Hemân İstanbul’dan ve sâ’ir kasabalardan buldukları eşhâsı alub pîşkeş deyû Saray’a koyarlardı.” Koçibey’in, Kapıkulu ocaklarındaki sistemi bozan sebepleri anlatırken Kapıkuluna yasak olduğu halde son zamanlarda alınan grupların arasında yer alan Türk, Kürd, Arab, Yahudi ve Çingene’yi yan yana zikretmesi, Türk’ü Çingene ve Yahudi ile eş tutması manasına alınamaz. Böylesi bir yorum, kapıkulu sistemini bilmemek demektir. Yukarıdaki ifadeler çok açık bir şekilde bunu anlattığından dolayı, meselenin üzerinde durmak istemiyoruz. İkinci olarak, Osmanlı Devleti, yeniçeri olmak üzere toplanan gençlerin acemi ocağında eğitilmesinden evvel, Müslümanlaştırmak ve Türkçe öğretmek üzere, Türk üzerine verilmesini kanun haline getirmiştir. Türk üzerine verilmeğe Türk’e vermek de denir. Acemilerin ocağa alınmalarından evvel Anadolu’da Türk çiftçisinin yanına verilerek zirâat işlerinde kullanılmaları ve bu arada Türkçe’yi ve İslâm ahlakını öğrenip benimsemeleri gayesiyle Türk ailelere muvakkaten verilmelerine Türk’e vermek denirdi. Bu kanun, Türk düşmanı diye ifade edilen Fâtih zamanında kanun hükmü haline getirilmiştir. Kanun maddesi şöyledir -“24. Ve acemi oğlanının cem olunub bir uğurdan ikişer akçe ile yeniçeri olmak Sultân Murâd Hân zamanında ref olunub birer akçe ulufe ile acemi oğlanı eyledikleri gibi birer akçe ile bir uğurdan acemi oğlanı olmak dahi ref olunub Türk üzerine verilmek dahi Fâtih-i İslâmbol Sultân Muhammed Hân zamanında olmuşdur”. Şu madde daha da enteresandır ve aslından okumak zaruridir “25. Ve olmağa bâis oldur kim, ol zaman kim, saâdetle İslâmbol’u feth eyledikleri zamanda Eğri Kapu a kurbünde Tekfur-ı makhûrun sarayına konub Ayasofya Câmi’inin çanların yıkub minârelerin binâ edüb cuma namazına azîmet buyurub geri saraylarına döndüklerinde yeniçeri ocağı yoldaşları Padişah-ı cihân-penâh Hazretlerini selâma durduklarında Padişah-ı âlem-penâh Hazretleri sağına ve soluna selâm vericek içlerinden birisi “Aleyküm’üs-selâm Muhammed Beşe b“ dedi. Padişâh dahi Saray’a gelicek ol zamanda Düstur-i azamları olan Mahmûd Paşa’yı davet edüb – “Lala! Bu oğlan benim selâmımı aleyküm selâm Muhammed Beşe deyü almakdan murâd nedir? Ve bu nasıl selâm almakdır?” deyicek, Mahmûd Paşa bunların kâfirden müselmân olub ümmî olduklarını ve bunların yanında “Beşe” demekden azîm ta’zîm olmaduğunı bir bir beyân edicek Padişah Hazretleri dahi etti – “Lala, dediğin gerçekdir. Amma kaçan bu denlü Türkçe bilmemek ne âlemi vardır? Bunları bari cem eyledikden sonra Türk üzerine verüb Türkçe’yi öğrense ve belâya mutâd olub badehû ulûfeye yazdırub ve badehû kapuya çıkarsalar, dahi sefer-i zafer âsâra gönderseler olmaz mı? idi” c Üçüncü olarak, bazı tarih ve fıkıh kitaplarında geçen Etrâk-i bî idrâk yani idrâksiz Türkler ifadesine gelince, bu tabir daha ziyade göçebe halinde yaşayan ve genellikle avamdan olan bazı Türkmenler ile Anadolu’da Şi’anın tahrikiyle isyan eden Celâliler için kullanılmıştır. Nitekim benzeri bir tabir de Ekrâd-ı bî idrâk şeklindedir. Bizce asıl önemli olan, bu tabirin, Anadolu’da Celâlî isyanlarını çıkartan ve Osmanlı Devleti’nin ayak bağı bulunan Şii Türkmenler için kullanıldığını gayet açık bir şekilde kanunname metinlerinden anlayabilmemizdir. İbn-i Kemal başta olmak üzere, bütün mu’teber Osmanlı tarihçileri, Osmanlı Devleti’nin yıkımına sebep olan isyancı gruplar için ve özellikle de Şi’î grupları kasdederek, Kızılbaş-ı Evbaş, Etrâk-i Nâ-pâk, Etrâk-i bî idrâk, Ekrâd-ı bî akl u din, cemâ’at-ı kallaş, şeytan kulu, müfsid-i fâsid-i’tikâd ve benzeri tabirleri kullanmaktadırlar. Bununla Türklerin veya Kürtlerin idrâkli veya idrâksiz olanlarının bulunacağını ve isyan eden gruplara bu sıfatın verildiğini hemen anlamak mümkündür. Bu sıfatı bütün bir millet için kullandıklarını söylemek mümkün değildir. Burada şunu ifade edelim ki, Türk milletine düşman olan bir devlet, resmî dilini Türkçe eylemez; topladığı Hıristiyan gençleri, ahlakını ve lisanını öğrenmek üzere Türk ailelere vermez; Sultânu Selâtîn’il-Arab ve’l-Acem ve’t-Türk ünvanını sahiplenmez; ayrıca kanunnamelerinde Türk kelimesini Müslüman ile eş anlamlı olarak kullanmaz. d 6 Devam edecek… Osmanlı yeniliklere, matbaaya engel mi oldu? Resim; alıntıdır. * Cerbezenin, Kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi’ olduğu ifade edilerek şu tarif getirilir hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik’ olmak. Bir misâl Avrupa hayranı birisi, orada gördüğü bütün güzellikleri övgülerle sıralar, sonra başlar bizdeki noksanlıkları tek tek anlatmaya. Ve ortaya öyle bir tablo çıkar ki, sanki bütün güzellikler orada, bütün çirkinlikler de bizde toplanmış… Kaldı ki, Avrupa’nın güzelliği diye takdim edilen şeyler, ne oradaki insanların faziletlerinden, ne de Hıristiyan dininden kaynaklanmaktadır. Bunların tamamı, menfaat esasına bina edilen ve hassasiyetle uygulanan disiplinli bir sistemin meyveleridir…” Kaynak; Başar/ ** Koçi Bey, 17. Yüzyılda yaşamış bir Osmanlı tarihçi ve devlet adamı-Danışman, 1631 tarihinde Sultan Murat’a devlet işleyişi ve iyileştirilmesi ile ilgili sunmuş olduğu risale ile tanınmaktadır. Risalede, Ordunun bozulmasını, askere alma sistemine uyulmamasını göstermiştir. Kaynakça; 1 Sultan Vahdettin’in ilk eşi Nazikeda Başkadınefendinin halkı için yazdığı şiirde bu kelimeyi kullanmaktadır. Konunun meraklıları şiirin tamamını aşağıda belirtilen yazıda okuyabilirler. “…Yüz yılların kefen borcudur ey Osmanlı bu istiklal, Müsterih ol, yattığın yere gök kubbeden temaşa edecek seni ebedi hilal. Aziz toprakların tek bekçisi ve varisi sensin ey yüce Osmanlı halkı, Zira senden başka velinimet kabul etmez bu şanlı Osmanlı…” 2Hasan Basri Bilgin; “Son Çorba” Tarih ve Politika 2002 Sahife; 115 3Siyasi Anılar 1939-1954, Faik Ahmet Barutçu, Milliyet Yayınları, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, Ayhan Aktar, İletişim Yayınları. 4 Aşkale Yolcuları Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Rıdvan Akar, Mephisto Yayınları, 2006, 21 Ocak 1943 tarihli Cumhuriyet gazetesinden alıntı. 5 Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ 6 Osmanlı Araştırmaları vakfı; tarihinde Emekli General Sami Karamısır, Sanayici İbrahim Aslan ve Prof. Dr. Ahmed Akgündüz tarafından kurulmuştur. Yazarları arasında saygın araştırmacılarımızdan; Yrd. Doç. Dr. Osman Kaşıkçı, Doç. Dr. Sayın Dalkıran, Öğr. Gör. Rahmi Tekin, Dr. Süleyman Doğan, Doç. Dr. Said Öztürk ve Prof. Dr. Ahmed Akgündüz bulunmaktadır. 6-a Eğri Kapı Edirne Kapı yakınlarında bir sur kapısıdır. 6-b Beşe Paşa kelimesinin muhaffef şeklidir ve daha ziyâde yeniçeriler arasında kullanılır. 6-cTürk üzerine vermenin ne demek olduğunu, bu madde en güzel şekilde anlatmaktadır. 6-dFâtih Ceza Kanunnâmesi, md. 15. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. I, sh. 349; Yeniçeri Kanunnâmesi, md. 24-30, 37, 38. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. IX, sh. 135 vd.; Siyâsetnâme, md. 99. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. IV, sh. 163; Dalkıran, Sayın, İbn-i Kemal ve Düşünce Tarihimiz, İstanbul 1997, sh. 57; Bazı farklı yorumlar için bkz. Yılmaz, Mevlüt Uluğtekin, Osmanlı’nın Arka Bahçesi, Ankara 1988, Osmanlı Türklere Etrak-ı bi İdrak’ akılsız türk derdi, Osmanlı hayranlığı tarih bilmemekten’ Tarihin izinde genç bir delikanlı Ahmet Karakuş… 1934 yılında Artvin’in Ardanuç beldesinde doğan Karakuş, zorlu bir hayat mücadelesinin içinden sıyrılıp gelmiş bir isim. Araştırmaları ve tarih alanındaki çalışmalarıyla özel bir yere sahip. Antalya’da yaşayan bir yazar Karakuş ve bir kent için gurur kaynağı. Cumhuriyet’in bugün geldiği durumdan rahatsızlık duyduğunu dile getiren Karakuş, en büyük korkusunun halkımızın Mustafa Kemal’i ve Cumhuriyet devriminin kazanımlarını unutması olduğunu belirtti. 1972 yılında Mamak Cezaevinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla tanıştınız. O döneme ilişkin unutamadığınız bir anıyı bizimle paylaşır mısınız? Ürgüp Halk Evi başkanıyken 12 Eylül’ün meşhur muhalifleri toplama kampanyası neticesinde cezaevine girdim. Bir ihbar ve iftira sonucu 1972 yılında Mamak Cezaevine gönderdiler. Beni orada bir numaralı koğuşa koydular. Koğuşlar aşağı yukarı 16-17 kişiydi. Deniz Gezmiş ve arkadaşları ise hücrelerde kalıyordu. Nadiren de olsa hücrelerde kalan mahkumlarla sohbet imkanımız oluyordu. Benim Deniz Gezmiş'le çok fazla bir diyaloğum olamadı maalesef. Çünkü; kısa bir süre sonra idam edilmişlerdi. Yanlış hatırlamıyorsam Gazeteci arkadaşı Oral Çalışlar çok sık ziyaret ederdi. Benim o döneme ait unutamadığım anı ise Denizlerin savunma notları bizlere gelirdi. Onlara daktilo verilmediği için savunmalarını ben ve yine yanlış hatırlamıyorsam Mustafa Yalçıner birlikte hazırlamıştık. Zaten kısa bir süre sonra benimle alakalı mesela anlaşıldı ve cezaevinden çıktım. Kısa süre dediğime bakmayın toplamda üç seneden fazla cezaevinde kaldım. O sürede de biriktirdiğim para tükendiğinden büyük maddi zorluklar yaşadım. Bakmam gereken bir ailenin olması da beni zorlamıştı. Sekiz sene İstanbul'da kaldım şansımın da yardımıyla onarım ve bakım işlerinden hatırı sayılır bir kazanç elde ettim. Aile sorumluluğu ve yaşam şartları beni zorunlu olarak devrimci mücadelenin dışında tuttu. Tüm bunların dışında okumaya ve araştırmaya meraklı bir insandım. Devrimci arkadaşlarla tanışmadan önce de çok okurdum. Deniz Gezmişlerle olan ilişkim ise bu şekilde vuku buldu. Tarihin izindeki yolculuğunuzda Türkiye toplumunun tarihle olan bağının yeterli düzeyde olduğunu düşünüyor musunuz? Kesinlikle böyle bir düşünceye sahip değilim. Çünkü bugünü anlayabilmek için geçmişe gitmek ve Türklerin kökenine bakmak zorundayız. Geçmişte kendimize ait tarihi bir belgeye sahip değiliz. Biz dedemizden ötesini pek bilmeyiz toplum olarak. Türkler tarihte göçer bir toplumdu. Bu yüzden Orhun Anıtları dışında fazlaca bir kaynak yok elimizde. Çin yıllıkları olmasa Hunların varlığından dahi haberdar olamazdık. Kendilerine yapılan saldırıları ve kendi yaptıkları işleri bu yıllıklara not etmişler. Türklerin yaşam tarzı neydi? Çünkü bir çete birliğinden, bir devlet birliğine geçiş söz konusu. O dönemde Türkler göçer toplumların doğası gereği bir soygun ekonomisine dayanıyordu. Maalesef biz Türkler hakkındaki bilgileri başka milletlerin kaynağından edinmek zorundayız. Çinliler yıllık yazmış, Arapların çok iyi gezginleri var ve yine Bizans’ta yıllıklarla karşılaşıyoruz. Bunlar halen daha yeteri biçimde araştırılmış değil. Eğer iyi bir araştırma yapılırsa geçmişimize ilişkin yeni gerçeklerin ortaya çıkacağına inanıyorum. “Türkler Osmanlı'da Çingene Sayılırdı, Osmanlı Türklere Etrak-ı bi İdrak’ derdi” Son yıllarda ise gerçekten anlam vermekte zorlandığım bir eğilim var. O eğilim Osmanlı hayranlığı. Bu tavır bile tarih bilincimizin ne denli yetersiz olduğunun kanıtı niteliğinde. Bir kere Osmanlı'nın bilginleri dahi tarihi kayıtları Türkçe tutmamıştır. Osmanlı da Arapça Abdül Necip bir dil sayıldığından Arapça kullanılıyordu ve pek tabi farsça da sıkça kullanılan diller arasındaydı. Bu tutum Türkçenin gelişmesine engel oldu. Zaten Osmanlı'da Türkler çingene sayılırdı. Bu cümleyi çingeneleri aşağılamak adına kurmuyorum. Etrak-ı bi idrak’ yani Akılsız Türk’ denirdi. Tarihi konulara bir türlü bilimsel çerçeveden yaklaşamadığımız için belirli gerçekleri göremiyoruz. Zaten meselenin gerçeklerle yüzleşmek olduğunu da düşünmüyorum. Milletçe işin popüler boyutlarıyla daha haşır neşiriz. “Mezar taşları hikayesi büyük bir yalan” Gelelim bir diğer popüler konuya Osmanlıca öğrenmeliyiz çünkü dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz. Bakın ben o dönemin çocuğuyum ne Annem nede Babam okuma yazma bilirdi. Hangi dededen ya da mezar taşından bahsediyorlar o dönemde doğru düzgün bir mezar yeri bile yoktu Anadolu’da. Gerçek sorunlarımızı bulanıklaştırıyorlar. Bugün insanımızda doğru düzgün bir tarih bilinci yok. Mezar taşları hikayesi büyük bir yalan. O dönemin insanı okuma yazma bilmiyordu. Cumhuriyet kurulduktan sonra doğru dürüst Anadolu’da mezar yerleri yapılmaya başlandı. Kısacası coğrafyamızda geçmişe yakın bir akıl tutulması yaşıyoruz. Bugün bir Mısırlıya gidin kendi tarihini pek fazla bilmez. Ancak bir Fransız vatandaşına Mısır tarihini sorun sizi az çok aydınlatacaktır. Aynı şey bizim insanımız için de geçerli. Bugün kaç kişi Ota Asya’da bize devlet diye öğretilen yapının bir kabileler konfederasyonu olduğunu biliyor. Avrupa insanı meraklı biz kendi coğrafyamızda bulunan Sümer medeniyetinden dahi bihaberdik. Asurlar, Sümerler ve Persler bunlar büyük medeniyetler. Neden bu medeniyetlere ait eserler Fransa’da Louvre müzesinde ya da Amerika’da Metropolitan müzesinde sergileniyor. Bu nedenleri sorgularsak bizim için daha isabetli sonuçlar ortaya çıkacağına eminim. Cumhuriyetimizin bugün geldiği nokta ve Muhafazakarlık hakkında neler söylemek istersiniz? Cumhuriyet devrimi insanımız açışınsan büyük bir kazanımdı. Atatürk o dönemde ülkenin kalkınması için 12 tane büyük çiftlik ve kooperatif kurdurtmuştu. Yani toplumsal hayata etkileri kılık ve kıyafet gibi gelişmelerin yanında ekonomik atılımlarda yapıldı. O anlayış devam ettirilse idi bugün hayvan ithal eder duruma gelmezdik. Mustafa Kemal 1930 ve 1935 arasında beş yıllık bir kalkınma planı hazırlamıştı. Şimdiki yazarlar bunlardan bahsetmez. Varsa yoksa aşk meşk hikayeleri yazsınlar. Bakın o çiftliklerde köylü için tohum üretildi, damızlık hayvan üretimi yapıldı yani üretimi destekleyecek gerekli hamleler yapılmıştı. Bizim bunları bilmemiz istenmiyor. Şimdilerde o dönemin kazanımlarına ilişkin çirkin kara propagandanın en kötü biçimi yapılıyor. Dikkat edin Atatürk Orman çiftliği yok ediliyor. Yani Mustafa Kemalden ne kalırsa yok etmek istiyorlar. “ Karşı Devrim 1945’ten İtibaren Başladı” Zaten 1945’lerden itibaren başlayan bir geriye gidiş söz konusu. Ben ona karşı devrim diyorum. 1949 senesinde dönemin Başbakanı Şemsettin Günaltay’ın bir konuşması var. Galiba Demokrat Parti milletvekilleri eleştiride bulunmuş ve ona istinaden bir cevap veriyor. Diyor ki; İmam hatipleri biz kurduk, İlahiyat fakültelerini de biz kurduk siz kimi suçluyorsunuz diyor. Değişen pek bir şey olmamış Cumhuriyet Halk Partisi'nde. Demokrat Parti iktidara geldiğinde ise bütün yolların kendisine açık olduğunu fark etmiş. Nasıl fark etmiş Amerika ile dört büyük antlaşma yapılmış. Bunlar sırasıyla; 45, 46, 47, 49 antlaşmaları. Bu Türkiye’deki karşı devrim hareketinin ivme kazanarak ilerlemesinin temeli sayılabilir. Demokrat Parti o açı içerisinde ilerleyerek daha geniş bir alan yarattı kendisine. Daha sonra takipçisi olan Adalet Partisi ve günümüze kadar gelen sağ iktidarlar Amerika’ya tam bağımlılığı sağladılar. “Sol Kesimde Yaratılan Mustafa Kemal Düşmanlığı Bu süreci Hızlandırdı” Tüm bunların yanında sol cenahında devşirilmesi sorunu ile karşı karşıyayız. Anlamsız bir biçimde Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığı yaratıldı. Bu düşmanlık karşı devrim sürecini hızlandırdı. Bazen akla mantığa sığmayan eleştirilerle karşılaşıyorum. Mustafa Kemal burjuvaydı vs. gibi şeyler. Evet Mustafa Kemal küçük burjuvaydı. Ancak Sovyet devriminin öncüleri için de aynı tespiti yapmak zorundayız. Lenin de ve diğer polit büro üyeleri Troçki gibi isimlerde küçük burjuva karaktere sahip kişiliklerdi. Maalesef Mustafa Kemal’i tanıyamadığımız için ona yönelik doğru eleştirilerde geliştiremiyoruz. Mustafa Kemal başlı başına bir fenomen. Bana kalırsa bir düşünce adamı. Sol kesim Mustafa Kemal’in Anti emperyalist karakterini ve tavrını sahiplenmek zorundadır. Aksi yönde atılacak her türden adım emperyalistlerin ve içerideki komprador sınıfların işine yarayacaktır. “Atatürk’ün Tüm Eserlerini Bastığı İçin Doğu Perinçek Yüceltilmeye Değerdir” Başka bir can alıcı konu iste Atatürk’ün bütün eserlerini Türk Tarih Kurumu yerine Doğu Perinçek’in basmış olmasıdır. Sırf bunu yapmış olması bile Doğu Perinçek’i yüceltmeye yeter bence. Türk Tarih Kurumu ve Askeri Tarih Kurumu bunlar neden görevini yapmıyor? Bu duruma anlam vermekte zorlanıyorum. Umarım Türk toplumu Mustafa Kemal’i unutmadan gerekli hamleler yapılabilir. Çünkü benim en büyük korkum o bizim gücümüz yetmez belirli şeyleri yapmaya bunun için Devlet’in gücü olmak zorunda. Muhafazakârlık hakkında ise fazla bir şey ifade etmeye gerek yok. Dönem dönem bazı düşünce biçimleri yükselebilir. Tüm bunların yıkıcı etkileri olsa da şunu kesinlikle unutmamalıyız; Lenin de Mustafa Kemal de kim reddederse etsin onlar öyle temel varlıklar kolay kolay ortadan kalkacakları yok. Tarihin izinde koşuşturan bir delikanlı olarak genç nesle neler tavsiye etmek istersiniz? Öncelikle Mustafa Kemal’i tanımalarını ve o dönemin tahlilini çok iyi yapmalarını tavsiye ederim. Genç nesil o dönemi çok iyi tanımadan geleceği yorumlayamaz. Bir tavsiyemde eğitim sisteminin kendilerine biçtiği kabuğu kırmaları yolunda olacak. Üniversiteye kadar olarak kurgulanan o sürecin mutlaka dışına çıksınlar. Çok okusunlar ve çok geniş bir literatür taraması yapsınlar. Aksi takdirde toplum giderek geriliyor. O geriye gidiş bizi yok edecek noktaya varmış durumda. Birde Emperyalizmin ne manaya geldiğini çok iyi öğrensinler. Yunanca Ahtapot sekiz kollu demektir. Bunun sekiz kolu değil binlerce kolu var. Gençler en ufak zamanlarını dahi boşa harcamamalı akıllı telefonlar, tabletler ve bilgisayarlar gibi uyaranlardan muhakkak uzak durmalılar. Gençler bu araçlara kilitlenip kalıyorlar kanımca emperyalizmin en tehlikeli araçları bunlar. Tamamen iletişimsiz kalalım ve teknolojiyi yok sayalım demiyorum. Sadece bizi kitaplardan ve bilinç dünyamızı geliştirebilecek pek çok kaynaktan alıkoyan bu araçlara karşı dikkatli olmakta fayda var. Kısacası genç nesil tek bir ideolojiye saplanıp kalmamalı, her felsefeyi ve düşünce sistemini merak edip çok araştırma yapmalı ve kitap okumalı. Çağdaş Gökbel / ABC Gazetesi Önemle ifade edelim ki, yabancı tarihçiler Türk kelimesini Müslüman tabiri ile eş anlamlı olarak kullanmışlardır. Osmanlılardan bahsederken Türkler dedikleri gibi, Fâtih’den veya Osmanlı Padişahlarından bahsederken de Büyük Türk tabirini kullanmaktadırlar. Zamanla Türk ve Müslüman kelimeleri Müslüman dünyada da eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim şu anda Arnavutluk gibi Balkan Müslümanları, “Hangi dindensin?” sorusuna, “Elhamdülillah Türk’üm” cevabını vermektedirler. Pakistandaki sözlüklerde de, Türk kelimesi açıklanırken, “mahbûb ve müslim” kelimeleriyle açıklanmaktadır. Bu kısa izahdan sonra Osmanlı kaynaklarındaki ve Kanunnâmelerindeki izahlara geçebiliriz. Evvela, özellikle hakkında en çok dedikodu edilen Fâtih devri Kanunnâmelerinde, Türk tabiri, tamamen Müslüman kelimesine eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Mesela, Fâtih’in Ceza Kanunnâmesinde, “15. Eğer biregû hamr içse, Türk veya şehirlü olsa, kadı tazir ura. iki ağaca bir akçe cürm alına”. Yani, bir kişi içki içse, Müslüman Türk Müslüman manasına kullanılmaktadır ve şehirlü olsa, hadd-i şirb olarak vurulacak olan 80 sopanın yanında para cezası alınması emr olunmaktadır veya sopa cezası uygulanmadığı takdirde para cezası uygulanacaktır. Bir diğer misâl, Yeniçeri Kanunnâmesinde bulunmaktadır 37. Maddede Türk evlâdının acemi oğlanları arasına ve dolayısıyla yeniçeri teşkilâtına alınmasına karşı çıkılırken, buradaki Türk’den kasdın Müslüman olduğunu biliyoruz. Zira başlangıçta, Müslüman gençler bu teşkilâta alınmamaktadırlar. Nitekim 38. Maddede “…kâfir evlâdın cem’ eylemekte fâide odur kim…” diye izah getirilmektedir. Burada şunu da belirtmekte fayda vardır ki, kapı kulu ocaklarına Müslümanların alınması baştan beri yasaktır. Gerçekten bu kural çiğnenmeye başlanınca, sistem bozulmuş ve bazan paşaların çocukları dahi torpille kapı kulu ocaklarına alınır olmuştur. İşte bu konuyu dile getiren Koçi Bey, Türk’ü Müslüman anlamında kullanarak ve hür insanların bu teşkilâta alınmalarını tenkit ederek şöyle demektedir “80. Kânûn ve zabt ve edeb ahvâllerinden evvelâ iç oğlanları kadîmü’l-eyyâmdan devşirme veyâhûd sahîh kul cinsi pîşkeş ola-gelmişdir. Şimdiki hâl ise ekseri İstanbul’un şehir oğlanları ve Türk ve dahi Kürd ve Ermeni ve Arab ve Çingâne ve Yehûd oğlanları olub on oğlandan bir sahîhce devşirme veyâhûd kul cinsi yokdur. Bu takdîrce ol makûle oğlanlar taşraya çıkub Kul tâ’ifesine zâbit olub ağa oldukda veyâhûd bir memlekete vâlî olduklarında ahvâlleri malûm ve ehl-i basîret katında hafî değildir. Nümûneleri dahi görülmüş ve görülür. İmdi eğer bu makûle eşhâs-ı muhtelife Saray’a kullanmak câ’iz olsa idi, selefde olan sâhib-i ukalâ-i devlet devşirme ve kul cinsini kânûn etmezlerdi. Hemân İstanbul’dan ve sâ’ir kasabalardan buldukları eşhâsı alub pîşkeş deyû Saray’a koyarlardı.” Koçibey’in, Kapıkulu ocaklarındaki sistemi bozan sebepleri anlatırken Kapıkuluna yasak olduğu halde son zamanlarda alınan grupların arasında yer alan Türk, Kürd, Arab, Yahudi ve Çingene’yi yan yana zikretmesi, Türk’ü Çingene ve Yahudi ile eş tutması manasına alınamaz. Böylesi bir yorum, kapıkulu sistemini bilmemek demektir. Yukarıdaki ifadeler çok açık bir şekilde bunu anlattığından dolayı, meselenin üzerinde durmak istemiyoruz. İkinci olarak, Osmanlı Devleti, yeniçeri olmak üzere toplanan gençlerin acemi ocağında eğitilmesinden evvel, Müslümanlaştırmak ve Türkçe öğretmek üzere, Türk üzerine verilmesini kanun haline getirmiştir. Türk üzerine verilmeğe Türk’e vermek de denir. Acemilerin ocağa alınmalarından evvel Anadolu’da Türk çiftçisinin yanına verilerek zirâat işlerinde kullanılmaları ve bu arada Türkçe’yi ve İslâm ahlakını öğrenip benimsemeleri gayesiyle Türk ailelere muvakkaten verilmelerine Türk’e vermek denirdi. Bu kanun, Türk düşmanı diye ifade edilen Fâtih zamanında kanun hükmü haline getirilmiştir. Kanun maddesi şöyledir “24. Ve acemi oğlanının cem olunub bir uğurdan ikişer akçe ile yeniçeri olmak Sultân Murâd Hân zamanında ref olunub birer akçe ulufe ile acemi oğlanı eyledikleri gibi birer akçe ile bir uğurdan acemi oğlanı olmak dahi ref olunub Türk üzerine verilmek dahi Fâtih-i İslâmbol Sultân Muhammed Hân zamanında olmuşdur”. Şu madde daha da enteresandır ve aslından okumak zaruridir “25. Ve olmağa bâis oldur kim, ol zaman kim, saâdetle İslâmbol’u feth eyledikleri zamanda Eğri Kapu[1] kurbünde Tekfur-ı makhûrun sarayına konub Ayasofya Câmi’inin çanların yıkub minârelerin binâ edüb cuma namazına azîmet buyurub geri saraylarına döndüklerinde yeniçeri ocağı yoldaşları Padişah-ı cihân-penâh Hazretlerini selâma durduklarında Padişah-ı âlem-penâh Hazretleri sağına ve soluna selâm vericek içlerinden birisi “Aleyküm’üs-selâm Muhammed Beşe[2]“ dedi. Padişâh dahi Saray’a gelicek ol zamanda Düstur-i azamları olan Mahmûd Paşa’yı davet edüb “Lala! Bu oğlan benim selâmımı aleyküm selâm Muhammed Beşe deyü almakdan murâd nedir? Ve bu nasıl selâm almakdır?” deyicek, Mahmûd Paşa bunların kâfirden müselmân olub ümmî olduklarını ve bunların yanında “Beşe” demekden azîm ta’zîm olmaduğunı bir bir beyân edicek Padişah Hazretleri dahi etti “Lala, dediğin gerçekdir. Amma kaçan bu denlü Türkçe bilmemek ne âlemi vardır? Bunları bari cem eyledikden sonra Türk üzerine verüb Türkçe’yi öğrense ve belâya mutâd olub badehû ulûfeye yazdırub ve badehû kapuya çıkarsalar, dahi sefer-i zafer‑âsâra gönderseler olmaz mı? idi”[3]. Üçüncü olarak, bazı tarih ve fıkıh kitaplarında geçen Etrâk-i bî idrâk yani idrâksiz Türkler ifadesine gelince, bu tabir daha ziyade göçebe halinde yaşayan ve genellikle avamdan olan bazı Türkmenler ile Anadolu’da Şi’anın tahrikiyle isyan eden Celâliler için kullanılmıştır. Nitekim benzeri bir tabir de Ekrâd-ı bî idrâk şeklindedir. Bizce asıl önemli olan, bu tabirin, Anadoluda Celâlî isyanlarını çıkartan ve Osmanlı Devleti’nin ayak bağı bulunan Şii Türkmenler için kullanıldığını gayet açık bir şekilde kanunname metinlerinden anlayabilmemizdir. İbn-i Kemal başta olmak üzere, bütün mu’teber Osmanlı tarihçileri, Osmanlı Devleti’nin yıkımına sebep olan isyancı gruplar için ve özellikle de Şi’î grupları kasdederek, Kızılbaş-ı Evbaş, Etrâk-i Nâ-pâk, Etrâk-i bî idrâk, Ekrâd-ı bî akl u din, cemâ’at-ı kallaş, şeytan kulu, müfsid-i fâsid-i’tikâd ve benzeri tabirleri kullanmaktadırlar. Bununla Türklerin veya Kürtlerin idrâkli veya idrâksiz olanlarının bulunacağını ve isyan eden gruplara bu sıfatın verildiğini hemen anlamak mümkündür. Bu sıfatı bütün bir millet için kullandıklarını söylemek mümkün değildir. Burada şunu ifade edelim ki, Türk milletine düşman olan bir devlet, resmî dilini Türkçe eylemez; topladığı Hıristiyan gençleri, ahlakını ve lisanını öğrenmek üzere Türk ailelere vermez; Sultânu Selâtîn’il-Arab ve’l-Acem ve’t-Türk ünvanını sahiplenmez; ayrıca kanunnamelerinde Türk kelimesini Müslüman ile eş anlamlı olarak kullanmaz[4]. [1] Eğri Kapı Edirne Kapı yakınlarında bir sur kapısıdır. [2] Beşe Paşa kelimesinin muhaffef şeklidir ve daha ziyâde yeniçeriler arasında kullanılır. [3] Türk üzerine vermenin ne demek olduğunu, bu madde en güzel şekilde anlatmaktadır. [4] Fâtih Ceza Kanunnâmesi, md. 15. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. I, sh. 349; Yeniçeri Kanunnâmesi, md. 24-30, 37, 38. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. IX, sh. 135 vd.; Siyâsetnâme, md. 99. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. IV, sh. 163; Dalkıran, Sayın, İbn-i Kemal ve Düşünce Tarihimiz, İstanbul 1997, sh. 57; Bazı farklı yorumlar için bkz. Yılmaz, Mevlüt Uluğtekin, Osmanlı’nın Arka Bahçesi, Ankara 1988, muhtelif yerler; Meram, Padişah Anaları, Muhtelif yerler.

etrak ı bi idrak türk